Yazılarım
Anı-Öykü Sayfası /
DÜVEN ÇİZGİSİ
Harman, toprağı ekenlerin bayramıdır derler. Gerçekten de harman zamanı köyümüzün havası değişir, ortalığı mis gibi bir saman kokusu kaplardı. Harman yeri, köyün hemen dışında rüzgarı bol, biraz yüksekçe bir tepelik üzerindeki düzlükteydi. Harman makinelerinin daha köye gelmediği eski zamanlardan söz ediyorum. Aradan kırkdokuz yıl geçti, hala hafızamda tazeliğini korur o güzelim sarı saman öbekleri, öküzler, düvenler, ensemizden sırtımıza giren saman tozu…
En güzeli de bir yaba yardımıyla rüzgara savrulan buğdayla samanın o muazzam vedasıydı. Bir yılın emeği, aç karınları doyuracak olan buğday taneleri hemen aşağı düşer, sap ve saman parçaları ise rüzgarda biraz daha uçarak ayrı bir yığın yapardı. Sonra sapla samandan ayrılmış buğday taneleri çuvallara doldurulur, öküz arabasının arkasına özenle yerleştirilirdi.
Harman zamanı düvenlere binmek müthiş keyifli gelirdi bize, bu nedenle harman yeri en sevdiğimiz oyun alanıydı. Düven dediğim bir çift öküze bağlanan uzunca ahşap bir düzenektir. Altında sıra sıra çakıl taşları olur, bu çakıl taşları başaklardaki buğday tanelerini ayırmaya yarar. Harman yerinde toprağın üzerine başaklar serilir, bir çift öküze bağlı düven sürekli döndürülerek buğday başaklarının saplarından ayrılması sağlanırdı o zamanlar. Birbirine sürtünce kıvılcım çıkardığını keşfettiğimizden beri düvenlerin eksilen çakıl taşları da kısa pantolonumuzun ceplerini süslerdi. Şimdi ya bir antikacı dükkanında, ya da yorgun ve yaşlanmış bir Anadolu köyünde; bir samanlık duvarının tozlu kuytu köşesinde rastlayabilirsiniz. Köylere harman makinesi, bir başka deyişle patoz geldikten sonra unutulmuş bir eski dosttur düven...
Bazen düvene ağırlık olsun diye mi, yoksa bizi sevindirmek için mi bilinmez üzerine bindirirlerdi bizi. En sevdiğimiz oyundu bu. Yedi sekiz yaşlarında yirmibeş kilo ancak gelen çelimsiz çocuklardık biz. Öküzlerin ağır ağır çektiği düven üzerinde, daireler çizerek buğday başaklarının üzerinde dönen çakıl taşlarına ne ağırlığımız olacak ki, şimdi anlıyorum sebebini. Belli ki bizi sevindirmek için izin verirlerdi binmemize. Ama çocukluğun verdiği haylazlıkla düvenin üzerinde ayakta durur, güreş tutar, itişir kakışırdık.
Rıdvan benden biraz daha iri, yanaklarında hiç geçmeyen bir kızıllık olan çilli sarı bir çocuktu. Tahir Dayı’nın harmanı dövülüyordu o gün. Tahir Dayı’nın gelinlik çağındaki kızı Emine düveni sürmekle görevliydi. Binmek için yalvardık Rıdvan, ben ve bir de Yakup… Yakup dediğim de benden daha çelimsiz kara kuru bir çocuktu. Çocukluk çağımızın çetesiydik, hep beraber oyun oynar, uçurtma uçurur, derede balık tutar ve yüzerdik. Emine abla kıramadı bizi, hep birlikte düvenin arkasına doluştuk. Öküzler yaptığı işi biliyormuşçasına ağır ağır dönerek düveni çekiyor, altta sarı buğday başakları etrafa saçılıyordu.
Haylazlığımız tuttu yine, düven üzerinde rahat durmadık. Ayağa kalktık. Rüzgar sörfçülerinin yaptığı gibi dengede durmaya çalışıyor, ama arada bir de itişip kakışıyorduk. Emine ablanın uyarıları boşa gidiyordu, derken Rıdvan’ın beni itmesiyle birlikte dengemi yitirdiğimi ve öküzlerin arka ayaklarıyla düvenin arasına yüzü koyun düştüğümü hatırlıyorum. Başım dışarıdaydı, ama düvenin üzerimden kaydığını, çakıl taşlarının sırtımdan geçişini dün gibi hatırlıyorum. Eğer düvenin üzerindeki ağırlık fazla olsaydı ciddi yaralanmayla sonuçlanacak bir kazaydı, ama şimdi nedenini bilemediğim bir sebepten, belki üzerimdeki giysilerin kalınlığından çakıl taşlarının etkisi çok fazla olmamıştı. Ayağa kalktığımda üstüm başım, yüzüm sap, saman, toza bulanmış halde gülümsediğimi hatırlıyorum; ama sırtımda, belimin hemen üzerinde hafif bir sızlama hissediyordum.
“Yok bir şeyim!” dedim, mahcup, utangaç bir tavırla üstümü başımı temizlerken...Sonra Emine ablanın beni kontrol etmesine fırsat vermeden koşarak kaçtık oradan. Yakınlardaki Şevket Amcanın üzüm bağına daldık, orada küçük bir pınar akardı yaz kış. O pınarda yıkadık elimizi yüzümüzü ve belimin hemen üzerindeki düven hasarını…
Akşam eve girdiğimde giysimdeki kan izlerini farketmesi uzun sürmedi Annemin. Ne olduğunu sorduğunda; “Düştüm!..” dedim. Zaten akşama kadar kurumuştu yaralarım sanırım; fazla üstelemedi, konu kapandı.
Aradan yıllar geçti. Erzurum’da askerlik görevimizi sürdürüyoruz. Erzurum’un kışı meşhur, ama yaz sıcağını da gördük biz. Öyle günlerden biri. Güneş altında askeri eğitim bölgesinde üniformaları çıkarmış bir vaziyette çim tabakaları kesiyoruz askerlerle birlikte. Asteğmen olarak ekibin başındayım. Kısa dönem askerlerden biri, merak etmiş olacak ki, sordu; “Komutanım bu sırtındaki çizgiler ne?”
“Ha onlar mı, düven çizgisi” dedim ve o an uydurduğumu saklayarak ekledim,
“Sen hiç bu atasözünü duymadın mı?”
“Kuyuya düşen ıslanır, düvene düşen çizgiyle kalkar.”